10 Ocak 2012 Salı

Memleketin Çıtaları ya da İngiltere Capello ile Başarılı Olur mu?


2006 Dünya Kupası sonrası tüm dünya Zidane’ın kafası ile Materazzi’nin dudakları arasına sıkışmışken, Almanya, sabırsızlıkla Klinsmann’ın yapacağı açıklamayı bekliyordu. “Klinsi bizi bırakma” yaygarasına kulak asmamış ve Klinsi “benim meskenim Kaliforniya’dır” diyerekten çekip gitmişti. Sonrasında Klinsmann Alman futboluna döndü geri, ama dönmez olaydı, hayat “geri dönmeyi sevmem” diyen üstadı haklı çıkardı bir kez daha…

2004 Avrupa Şampiyonası sonrasında Rudi Völler’in selefini iki ay aramak zorunda kalan Alman Futbol Federasyonu 2006 Dünya Kupası sonrasında aynı sıkıntıyı tekrar yaşamamak için teknik direktör seçiminde elini çabuk tuttu. Klinsmann’ın da önerisiyle mevcut kadroda antrenör pozisyonunu dolduran Joachim Löw, Klinsmann’dan boşalan koltuğa doğru kaydırıldı. Durum böyle olunca Milli takımın başına kim getirilmeli tartışması yaşanamadan, doğrudan, “Milli takimin başına kim getirilmeliydi”, “Löw doğru seçim mi” tartışmasına geçildi.

Löw karşıtı cephenin en önemli dayanak noktası Löw’ün kariyerinin bu pozisyon için yetersizliğiydi. Kariyer hususunda aslında kafalar epey karışıktı; çünkü Löw’ün o zamana kadar çalıştırdığı takim sayısı hiç de az değildi; hele hiç tecrübesi olmadan Alman Milli Takımının başına getirilen Klinsmann’la karşılaştırıldığında… Ancak burada açık kalan nokta Löw’ün başarılı olup olmadığı, kritik noktalarda direksiyonu şampiyonluk yönünde kırıp kıramadığıydı. Ne de olsa hedef, 2008’de burunlarının diplerinde gerçekleştirilecek İsviçre-Avusturya Avrupa Şampiyonası'nda kupayı kaldırmaktı (Kupa kaldırılamadı ama Almanlar 2008’de final oynadı, Fenerbahçe’nin başına geçerek Löw ile benzer kaderi paylaşacak Aragones’in İspanyası’nın harika futbolu olmasa kazanmaları içten bile değildi). Kariyerine başladığı Stuttgart’da kupalarda gösterdiği başarılara rağmen şampiyonluk mücadelesinin dışında kalan Alman teknik adam, tek şampiyonluğunu Avusturya’da Tirol Innsbruck’la kazanabilmişti. Fakat Avusturya’da alınmış şampiyonluğun Almanın gözünde (daha da doğrusu Avusturyalılar dışında kimsenin gözünde) bir kıymet-i harbiyesi yoktu. Diğer takımlarındaki – biri de Cem Uzan’ın Adanaspor’u - çalışmalarının sonucu genelde hezimet olmuştu. Bu yüzden forumlarda Löw’ün kariyeri didiklenirken, en civcivli tartışmalara sahne olan konulardan biri de 1998-1999 sezonu Fenerbahçe macerasıydı. Türkiye Ligi’ndeki ikinciliği Löw’ün başarı hanesine yazmaya çalışan Löw’cülere, Löw karşıtlarının “Türkiye’de Fenerbahçe’yi ikinci yapmak başarısızlıktır” cevabi çok gecikmemişti.

Löw’ün göreve geldiğinde düzenlenen basın toplantısında Alman basın mensuplarından biri “Alman medyası acımasızdır, milli takımın başarısızlığı halinde üstünüze çok gelinir buna hazır olduğunuzu düşünüyor musunuz” şeklindeki sorusuna Löw (kelimesi kelimesine olmasa da) “benim için onlar sorun değil ben Türkiye’de takım çalıştırdım, hem de Fenerbahçe’yi” cevabını vermişti. O sürekli eleştirilen Türk spor medyasının, Löw’ün kariyeri noktasında önemli bir referans olduğunu söylesek yanlış olmaz yani.

Löw'ün cevabı bir Türk olarak beni sevindirmişti, çünkü Avrupa futbolunda memleketimin de çıtayı koyduğu meselelerin var olduğunu görmüştüm. Demek ki Türk spor medyasından sonra diğerleri vız geliyordu yabancı teknik adamlara. Zaten bizim teknik adam beğenme konusundaki yüksek kriterlerimizi geçemeyen teknik adamlar gün geçmiyor ki yeni bir başarı ile karşımıza çıksın. Nitekim bugünden geri 2008 Avrupa Şampiyonası’na baktığımızda yarı final oynayan son dört takımın teknik adamlarının (Löw, Terim, Hiddink ve Aragones) Türkiye’de sözleşmelerinin feshedilme veya sözleşmelerinin uzatılmayarak sonlandırılması sayısı turnuva tarihi itibariyle hesaplandığında “beş” günümüz baz alınarak hesaplandığında “sekiz”. Çalıştırdıkları milli takımları Avrupanın zirvesine taşıyan bu teknik adamların Türkiye'de (çoğu zaman ağır hakaretlerle) görevinden gönderilme sayısı ortalama "iki". Peki 2010 Dünya Kupası’nda final oynayan takımların başındaki teknik adamların (Löw, Del Bosque) ortak özellikleri ne dersiniz, gazetelerimizin spor sayfalarından alıntılayalım: “futboldan anlamaları”… 2012 Avrupa Şampiyonasında veya 2014 Dünya Kupasında yukarıda bahsettiğimiz rakamlara ulaşacak ülke çıkar mı, bekleyip göreceğiz. Fakat açıkça söyleyelim böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi zor gözüküyor. Bazen uluslararası futbolda çıtayı biz koyuyoruz, hem de öyle yükseğe koyuyoruz ki aşılması gerçekten çok zor oluyor.

Buradan Avrupa Şampiyonası'nda veya Dünya Kupası'nda bir şekilde başarılı olmak isteyen İngitere'ye de seslenelim: Bu iş Capello ile falan olmaz. Türkiye'nin büyük üstadlarından futbol dersi almamış, Telegol'de masaya yatırılmamış teknik adam ile uluslararası alanda başarı gelmez. Acı ama istatistiki bir gerçek...

Hadi o zaman teorimize göre uluslararası arenada yükselecek yeni ülkeleri de müjdeleyelim. Başında Saffet Susiç ile Bosna-Hersek ve başında Rijkaard ile Suudi Arabistan...

PS 1: Bu arada biz bu yazıyı kaleme alırken Kicker dergisi Almanya’da yılın adamını olarak kimi seçti dersiniz: Joachim Löw

PS 2: Pek yakında: Del Bosque: İyiler de Bazen Kazanır

12 Eylül 2011 Pazartesi

Hadi bakalım İmparator...

Fatih Terim aşkı ile yananlardan değilim. Ama Ünal Aysal'ın yerinde ben olsaydım, ben de çaresiz o görev için ilk önce ona giderdim, yalan yok. Acil bir toparlanmanın ilk adımı olsun ve yeni bir -özellikle olası bir yabancı- teknik adamın bir de alışma süreci ile uğraşılmasın diye.

Ama ona gidecek olan herkes gibi, bugün Ünal Aysal'ın gördüğü ya da önceden de belki tahmin ettiği, ona gidişin bazı asab bozucu bedelleri olacaktı. Başladılar...

Mesela mı?

Fenerbahçe önünde Orduspor'u seyretti iseniz daha da net anlamış olmalısınız, Culio'nun Galatasaray'dan gönderilmiş olmasına ilişkin mana ifade edecek bir tane geçerli gerekçe var mıdır? Stancu da gönderilmez ama hadi ona "maç tecrübesi kazansın, tutukluğu üzerinden atsın" diyebilelim, Culio konusunda Allah rızası için bana bir gerekçe söyleyin.

Ama Culio konusunda Türk medyası da sorumludur, tıpkı büyük takımların aptalca transfer politikalarında sorumlulukları olduğu gibi. Cahil taraftarın "CV" bazlı transfer zaafını pompalayıp, "fiili iyi topçu" arayışı yerine "CV'si iyi topçu" arayışına takımları sevkeden, Türk spor medyasının genciyle, yaşlısıyla önemli bölümüdür.

Serdar Ali Çelikler değil midir, Culio ve Stancu transferi ardından "Romen Ligi'nden topçu mu alınır?" diyen? Hoş o İspanyol ligine de kulp takıyor, doğru...

Peki Belediye maçı arkasından patlayan "Baros, Elmander, Sercan ile ilk yarıyı idare ederiz" bombası nedir Allah aşkına? Baros'u istememiş, yerine forvet takviyesi istemiş olabilirsin; ama bu yaklaşımı "şımarıklık"tan daha güzel tanımlayan bir kelime olabilir mi?

Milan Baros, Milan Baros'tur. Kullanmak da teknik adamın görevi. Kullanamıyorsan, Elmander, Sercan, Kazım ile oynarsın, ama şu söylediğini hiçbir şekilde söyleyemezsin. Drogba ya da Forlan ile oynamak için Galatasaray'ın Fatih Terim'e de ihtiyacı yoktur, kusura bakmasın...

Bence bu adamların kalibresini, hem de aşağılayarak kamuoyu önünde tartışmak yerine,

- Bek (hem de sağbek) Eboue'den sol açık yapmaya çalışan kararını,
- 18 içini geçtim, civarına adam sokmak bir yana, yanaştıramadığı 4-3-3ümsü sistemini,
- ilk 11'den çıkan Gökhan-Çağlar yerine giren Yekta-Sercan ile kendi tercihlerini kendi çürütmüş oluşunu,
- Mağlup takımın tek forvetini oyundan alışını,
- Belediye önünde bile çift forvete dönemeyen çekingenliğini,

tartışsak, daha iyi olmaz mı?

Şenol Güneş'in, yanında Colman ile orta alan göbeğinde 2'li, forvetinde 4'lü oynattığı Selçuk İnan'ın, yanında da Felipe Melo gibi 10 numara bir orta saha oyuncusu varken, Melo-Selçuk ikilisi yanına Sabri, Yekta gibi yamalar arıyor oluşu ben açıklayamıyorum. Ve sırf bu gereksiz yer işgali nedeniyle Baros'un tek kalışıdır, kendi nezdinde Baros'u tartışılabilir kılan.

Gidecek daha çok yolu var Galatasaray'ın, Fatih Terim beni şaşırtmıyor, ondan mucize beklemiyorum. Açıkçası bu halde şu an tünelin ucu karanlık. Fakat güvendiğim bir kaç adam var, doğru yapılmış Muslera, Elmander, Selçuk ve Felipe Melo transferleri en başta gelenler. Umar ve dilerim dengeli sistem ve kadro oluşumu konusunda çok zaman ve komplekslerle adam (Saunders, Felipe vs.) kaybetmeden sonuç almaya başlar Galatasaray...

Ve ne mutlu, yeniden merhaba Verkaç...

4 Ağustos 2011 Perşembe

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor




Selami Şahin’in müzik dünyamıza hediye ettiği şaheser, “Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor”, şikeci kulüplerimize gönül veren taraftarlar için ne kadar uygun mesajlar veriyor.

Gönül verdiğin kulübün şike yapmasına alışmak, kulübü sevmekten daha zor geliyor.

Ama için için biliyoruz, şike yapmayı bilmeyeni kulübe yönetici yapmazlar.

Böyle lafa gelince “kulüpleri profesyonel yöneticiler yönetsin” denir de neden bu uygulama bir ütopya gibi gelir sanıyoruz ki?

X bir holdingin CEO’suna ver kulübü başarılı olsun değil mi?

En az iki yabancı dili anadili gibi konuşsun, 10 sene üst düzey yöneticilik yapsın, çokuluslu şirketlerde deneyim kazansın, ABD’de doktora yapsın, iki tane kitap yazsın ve bu adamları alıp beş sene üstüste şampiyon olalım.

Aslında mantıklı.

Ama bizdeki yöneticiler ABD’de doktora yapmış gibi değil de, başka işler yapmış gibi görünüyor. Ne bileyim işte… Haddini bildiriyor, esiyor, gürlüyor…

Neyse daha uzatmayayım… Zaten YOZDİL stili bir yazı olma yolunda ilerliyor, kısa keseyim.

İster alışın, ister sevin. Gerçeği açıklıyorum: Tuttuğunuz kulüplerde kirli işler dönüyor, şike, teşvik, sahte belge, usulsüz transferler, menajerlerle 3. türden ilişkiler, tetikçiler, mafyacıklar, babacıklar… Alayı var tuttuğunuz takımlarda. Baştan söyleyeyim, rahatlamanız için de bir şarkı göndereyim:

27 Temmuz 2011 Çarşamba

“Adamın adı bıyık len...”



Tarih: 8 Haziran 1990 / Saat: 18:00 / Yer: San Siro Stadı, Milano, İtalya

Dört yıl önce Meksika'da, Maradona adındaki, tanımlanamayan koşan bir cismin önderliğinde dünyanın tozunu attıran Arjantin, 1990 Dünya Kupası'nın açılış maçında Kamerun'la karşılaşıyor. Kamerun dünkü çocuk değil, evvelce Dünya Kupası tecrübesi var ama koskoca Maradona'dan ve Arjantin'den bahsediyoruz. Elbette fark atacaklar, kedinin fareyle oynadığı gibi oynayacaklar, top göstermeden yerle yeksan edecekler Kamerun'u. Hocaları maçtan sonra en mahsun Rıza Çalımbay suratını takınıp, "şanssız goller yedik" bile diyemeyecek. Ama öyle olmuyor. 61'de Caniggia'nın ifadesini almaya kalkan Andre Kana-Bıyık kırmızı kart gördü diye sevinedursun içimizdeki Arjantinliler, 67. dakikada Makanaky'nin yaptığı ortaya, bizim bakkalın oğlu Sümüklü Kadir'in titiz ölçümlerine göre yaklaşık 5,5 metre kadar yükselen Francois Omam-Bıyık tozunu alıveriyor ağların. Arjantin devriliyor ve Kamerun’un adı, onbinlerce kilometre ötedeki bir ülkenin çocuklarının gönül kitabına en yaldızlı harflerle kazınıyor.

Tarih: 9 Haziran 1990 / Saat: 14:00 civarı / Yer: Hacı'nın evin arkasındaki boş arsa, Uşak, Türkiye

Sümüklü Kadir, muhtemelen birkaç gün önce gazoz kapaklarının tümünü yukarı mahallede üttürmüş olmanın da etkisiyle kendini futbola vermiş o günlerde. Anlata anlata bitiremiyor Kamerun’un futbolunu, sonra ara sıra durup bütün bir yaz üstünden çıkarmadığı beyaz şilebezi gömleğinin koluyla sümüğünü sildikten sonra, “Adamın adı da bıyık len,” deyip, bu dünyanın en komik şeyiymişçesine kıs kıs gülüyor. O yaz Hacı’nın evin arkasındaki arsada plastik top peşinde koşan Maradonalara, Linekerlere, Schilaccilere, Klinsmannlara inat; Sümüklü Kadir mahallemizin Omam-Bıyık’ı oluyor, bütün o pırpırlığıyla golleri dizeledikçe tıpkı Omam-Bıyık gibi ellerini açarak Hacı’nın bahçeye doğru koşuyor su katılmamış bir çocuk neşesiyle. Koşarken de bağırıyor:

"Piksuntura nayin nuyu aaaahhğğğğğ..."

Tarih: Ağustos 2000 küsur / Saat: 22:00 civarı / Yer: Alelâde bir şehir meydanı, Amsterdam, Hollanda

Zaman geçti devran döndü, her birimiz ilk bulduğumuz baltaya sap olduk; olmayanlara destek olduk kimimiz, kol kanat gerdik, burun kıvırdı kalanlar da onlara, bir tekme daha savurdular. Zaman geçti, o geçtiğine dertlendiğimiz zamanlarda sırtında kocaman yayıyla, olimpiyata çıkmış okçu edâsıyla sokak sokak dolaşıp elâlemin yatağını yorganını sağa sola atttırtan hallac-ı yorgan misâl, hayat sağa sola savurdu cümlemizi. İşte o yavşak çerçici beni de savururken âlem içre ve tam da zamanın "ne içinde, ne de büsbütün dışında" olduğumu kavramaya ramak kalmış iken buldum kendimi çengelli evlerin önünden akan daracık kanallarda, gam yükü eksik teknelerin seyrettiği selbes kentte. İşte o kentteydim, ki yerli ahalisi 'amısterdam' deyü söyler, kanallarından sıkılıp, sokaklarına meyil vermiş iken uzaktan uzağa duyar gibi muhteremin sesini. Memlektteki elektrikçi dükkânında bırakıp çıktığım yarım aklımın uydurmasıdır deyip geçtiysem de, ışığa giden haşerattan beter, takip ettim içgüdülerimi, yürüdüm sesin böğrüne doğru. Baltayı sapı bilmez iken, 'piksuntura' çeken o adammış meğer, sokağın orta yerine kuruluveren derme çatma sahnede nümayiş eyleyen. Sonuna yetişmişiz, 'piksuntura'sını kaçırdık Morikante'nin, gurur duyduğum dayıoğlunun önderliğinde Yukarı Mahalle'ye kavga çıkarmaya gidişimiz ve artık gurur duymadığım dayıoğlunun, yavşak Özkan'ı tek yumrukla yıllar yılı orada kalan iki metre yüksekliğindeki inşaat kumuna boylu boyunca yatırıverişinin fon müziği olmuş idi halbuki. Zalim çerçici meğer pamuktan beter atmış bizi, Sümüklü Kadir şehirlerarası seyahat şirketinde muavin, ben şehirlerarası boşgezenlik ajansında kalfa, Omam Bıyık Meksika ikinci liginde hoca. Morikante ise hâlâ şarkılarını söylüyordu, kimseden para almadan, kimseye eyvallah çekmeden, sesinde hepimizin çocukluğunu taşıyarak bir diyet gibi...




NOT: Ortalık yıkılıyor, memleket şikeyle çalkalanıyor, sen hâlâ Kamerun'dasın, Bıyık'tasın diyecek olan Erfurtlu kardeşlerim, bu soruşturmada at iziyle it izi ayrılana, neyin ne olduğu ortaya çıkana kadar herhangi bir söz etmek istemiyorum. Fenerbahçeliyim. Takımının yöneticilerine isnat edilenlerin gerçek olma ihtimalinden ne kadar rahatsızsam, takımımın yöneticilerinin maruz kaldığı hukuk ihlallerinden ve savcı-gazeteci ve savcı-polisler tarafından yürütülen soruşturmanın gidişatından da o kadar rahatsızım. Bekliyorum.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Sochaux: Futbol fabrikasında aslan yavruları*


Sochaux (FCSM: Football Club Sochaux-Montbéliard) futbolda bir endüstriyi temsil ediyor. Bunun sebebi sadece Peugeot fabrikasının bulunduğu kasabada, bu fabrikanın işçileri tarafından kurulmuş olması değil. Seri üretim şeklinde genç yetenek yetiştirmesi.

Kulüp, Fransa Futbol Federasyonu tarafından 2010 yılının “en iyi gençlik kulübü” seçildi. Bu seçimde rol oynayan kriterler; U17 ve U19 liglerinde aldıkları sonuçlar, eğitim merkezlerinin standartları, lisanslı genç oyuncu sayısı, Fransa U17, U18 ve U19 takımlarına verdiği oyuncu sayısı. Sochaux, bu kriterlerin hepsinde ligin ortalamasının çok üzerinde. Fakat esas önemli gösterge, bu sezon kulübün kadrosunda bulunan 29 futbolcudan 16’sının (yarısından fazlası) ünlü Sochaux futbolcu eğitim merkezinde yetiştirilmiş olması.

Efsane başkanları Fortuné Chabrier, 40’lı yılların sonundan itibaren bir vizyon olarak ortaya koymuş genç yetenekleri eğiterek başarılı olmayı. Marcel, Biancheri gibi ünlü futbolcular bu dönemin ürünü olarak ortaya çıkmış. Ama o güne kadar futbol sahası ve fabrika arasında geçen hayatlarında başarıyı yakalamaya çalışan gençlerin kaderı, esas 1974 yılında değişmiş. Futbol okulunun kapılarını açmasıyla, kulübün temel değeri olmuş futbol eğitimi. 2008 yılından beri Kulüp başkanlığını yürüten Alexandre Lacombe’un sözleri, bu vizyonu açıkça ortaya koyuyor: “ Eğitim, Sochaux’nun varlığını sürdürebilmesinin tek yoludur. Bu yoldan her uzaklaştığımızda başarısız oluyoruz. Kaçınılmaz, eğitim Sochaux’nun genetik kodudur.”

Eğitim merkezi 2000 yılında yenilenmiş, kulübün mabedi Bonal stadının 10 km uzağında, yeşilliklerin ortasında bir şato. Kulüp bu şatoya yılda yaklaşık 3 milyon euro harcıyor. İçerisinde gençlerin her türlü konforu düşünülerek tasarlanan ünitelerle birlikte bir de özel lise var. Gençlerin eğitimi için.

Kulübün U15, U17 ve U18 sorumluluğunu yapmış olan ve B.A.E’de Al Ain kulübünde de benzer bir görevi yerine getirmiş olan altyapı uzmanı Francis Gillot, “Bu konuda sihirli bir formül geliştiremezsiniz. Tüm sisteminiz başarmak üzerine olmalı.” diyerek giriyor konuya. Diğer bir alt yapı sorumlusu Yannick Stopyra ise, konuya farklı bir yönden yaklaşıyor. “ Eskiden çok az kulüp eğitim ve alt yapı stratejisini benimser modellerdeydi. Sochaux, Nantes ve biraz da St. Etienne. Ama artık kulüpler doğru yolun bu olduğunu gördü. Tabi bu rekabeti de beraberinde getirdi. En yetenekli gençleri çekmek için şartları hep daha iyiye götürmek zorundayız.”

Kulüpte “scout” sistemi oldukça güçlü ve yaygın. Kulübün eski oyuncusu Bernard Maraval önderliğindeki 10 kişilik ekip, Fransa’yı karış karış geziyor ve yetenek avlıyor. “Bordeaux, Rennes, Monaco gibi şehir lokasyonundan doğan avantajlarımız yok. Gençleri çekmek için kulübün genç oyunculara bakışını ve alt yapı know how’ını argüman olarak kullanıyoruz” diyor Maraval.

Bu çaba ve mantalite, son 30 yılda 13 Sochaux kökenli ulusal formanın gediklisi olmuş yetenek yetiştirmiş, görünen o ki, aklın yolu bir ve Sochaux 60 yıldır o yolda ilerliyor.


*Lionceaux = Sochaux genç takımının lakabı; aslan yavruları. Peugeot amblemine de gönderme yapıyor bu lakap.

22 Temmuz 2011 Cuma

100. yılında Beylerbeyi tribünündeyiz


Büyüklüğünü alavere dalaveresinden aldığına her yıl biraz daha ikna olduğumuz, marka değeri aklanan kara para oranıyla doğru orantılı şekilde artan sözümona “Süper” olan ligden kopuyoruz.

Boğaz’ın önemli kulüplerinden Beylerbeyispor bu sezon 100. yılını kutlayacak. Biz de futbolun üst katındaki kirden pastan uzaklaşıp, oyunu neden sevdiğimizi, nasıl sevdiğimizi göstermek adına Beylerbeyi tribünlerine çıkıyoruz.

“Hadi gel buluşalım 1. Köprünün altında”

Not 1: 2009 yılına kadar Galatasaray’ın pilot takım olarak kullandığı Beylerbeyi, iki yıldır bu destekten de mahrum yoluna devam ediyor.

Not 2: Verkaç yazarları hâlâ uykuda galiba, yazmıyorsunuz bari tribüne çıkın!

19 Temmuz 2011 Salı

Geçmiş çoğu kez geleceğin aynasıdır: 1993, Fenerbahçe'nin Önlenemez Çöküşü

Yaz sıcağının ve yazlıkçılığın tembel ruh hâlinin hâkim olduğu bir evde bulduğum 1993 tarihli Panorama dergisinde yer alan bir haber tarihinin belki de en büyük krizine girmiş olan Fenerbahçe'nin geçmişine dair önemli ayrıntılar içeriyor. Üzerinde söylenecek hem çok şey var, hem de çok bir şey yok.


17 Temmuz 2011 Pazar

Parlarsa şaşırmayın: Dimitri Payet



Lille bu sezon gösterdiği performansla 8 puan farkla ligi birinci bitirdi. Oldukça genç sayılabilecek bir kadroyla,  heyecan verici bir performansa imza attılar. Hem iç hem dış daha performansı istatistiklerinde birinci oldular. Üstelik bunları, fair play sıralamasında 3. olarak kalarak başardılar.

Bu yıl da başarısını devam ettirmek isteyen ekip, bu karakterine uygun bir yıldızla güçlendirdi kadrosunu: Florent Dimitri Payet.

Bu yıl St. Etienne’in sürpriz çıkışı kadar konuşulan ikinci fenomen, bu 1987 doğumlu genç yıldız. Sezon başından itibaren istikrarlı olarak gösterdiği performansla parladı, Fransa milli takımındaki yeniden yapılanmaya denk gelen formuyla da kısa sürede kendisini ulusal takımda buldu. Blanc’ın yeniden harmanladığı Fransa Milli Takımı’nın temel parçalarından birisi oldu. Peki nasıl oluyor da, birinci ligde 5. Yılını yaşayan bu genç forvet, 4 yılda 11 gol kaydedebilmişken, bu yıl 13 gol 4 asist istatistiklerine ulaşabildi.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Başakspor ve Şıhali Yalçıner

Karaman’dan bir futbol öyküsü ve emekle işlenmiş, zorlu bir hayat. Futbolun başka dilde konuşulduğu bir zamandan yarınlara Karaman Başakspor’un yankısı kalmıştır belki, kim bilir?


Futbolun delik deşik edildiği bir dönemdeyiz. Şikenin delillerini tam olarak göremedik ama konuşulanlar, tartışılanlar nereden bakarsak bakalım, sporu spor olmaktan çıkardığımıza net delil olarak gösterilebilir. Sahi; insanlar neden spor yapar?

Milli Takım, zaman zaman San Marino’yla eşleşir ve hemen kadrosu sıralanır: Kaleci marangoz, sağ bek terzi, stoper öğretmen, önlibero kasap, santrafor muhasebeci… Biz de toplum olarak buna güleriz. E bizim Milli Takım'dakiler neci?

Biraz kül biraz duman...

Keşke bu kül bu duman, verkaç'ın tekrar sahneye fırmalasından mütevellit yükselseydi, mesela Fırat İşbecer'in dediği gibi, çocukların "şehre" geri döndüğünün müjdesini daha uzaklara duyurmak için yapılan görgüsüzce bir kutlamanın alametleri olsaydı. Ama öyle değil, Türk Futbolu, yani "şehir" yanıyor, bu kül bu duman ondan...

İlk dalga geldiğinde herkes şaşırdı. Dolaşan isimlerin heybeti önce işin özüne perde çekti. Ama sonra ortaya çıktı ki, amaç ya da yöntem ne kadar tartışılabilir olursa olsun, bir şekilde karanlık ve pis bir yığın küreniyor... İlk şok atlatıldıktan sonra herkes merakla etrafta toplanmaya başladı, kürenme bitince altından ne çıkacak diye. Ama esas soruyu kimimiz yeni yeni soruyor, kimimiz zamanı gelince soracak: ne zaman birikti bu kadar pislik, bu kadar çamur?

Herkes kendi tuttuğu takıma yani taktığı gözlüğün rengine göre başlattı bu kirliliğin miladını; kimisi 1980'lere gitti, kimisi 1990'lara, kimisi Aziz Yıldırım ile başlayan, kim ne derse desin son on yılın büyük kısmını kaplayan Fenerbahçe damgasıyla örtüştürdü futboldaki büyük yozlaşmayı. Tabi ki soruşturma ilerledikçe, daha büyük resmi göreceğiz, öncesi/sonrası analizlerini yapacağız ama bana öyle geliyor ki sadece Türkiye değil, Avrupa'daki yozlaşmanın da miladı 1993'tür.